Kültür en genel tanımıyla toplumun veya toplumların birikimli uygarlığıdır. Kültürün bireye indirgenen tanımını bireyin doğduktan sonra yaşam süreci içinde kazandığı alışkanlıklar olarak yapabiliriz. Bu alışkanlıkları bireye aktaran içinde bulunduğu toplumdur ki kültürün geçmişi yani tarihi, toplumun birikimli uygarlığından kaynaklanır. Kültür bir toplumun bünyesinde barındırdığı bütün öğelerin (Dil, yazı, din, edebiyat, tarih, örf, adet, anane vs.) toplamıdır.
Fransız İhtilali (1789) sonrasında milliyetçiliğin dünya üstündeki çeşitli topraklarda farklı zaman dilimlerinde yayılmasıyla birlikte çok uluslu imparatorluklar yıkılmış yerine küçük ulus devletler kurulmuştur. İmparatorlukların dağılışıyla birlikte yeni kurulan ulus devletlerin sınırları yapay sınırlar olarak kalmış bu yapay sınırların getirdiği bunalım uzun yıllar hem Avrupa'da hem Ortadoğu'da hem de dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşanan kültür çatışmalarına neden olmuştur.
I. Dünya savaşı sonrasında imzalanan barış antlaşmaları mağlup devletler için barış antlaşmaları olmaktan çok şartsız teslimiyet ve acziyet belgeleri olmuştur. Bu durum mağlup devletlerin vatandaşlarında aşırı duyguların körüklenmesine neden olacak ve aşırı duygu karmaşası içinde olan bu insanlar, Hitler ve Mussolini gibi radikal siyasetçilerin ateşli hitabetlerine sığdırdıkları ırkçılık nidalarına sahip çıkacaktırlar. Yani yanlışlar üzerine inşa edilen bir barış daha büyük bir savaşa ve karışıklığa sebep olacaktır.
II. Dünya Savaşı bittiğinde tablo bir öncekine göre çok daha vahimdi. 80 milyona yakın insan ölmüş ve bunların %70i sivildi. Avrupa tarihinde bir utanç tablosu olacak olan holokost gerçekleşmiş 6 milyon Yahudi toplama kamplarında feci bir şekilde can vermişti. Her ne kadar holokost'un suçlusu Almanlar gibi gözükse de o dönemde Almanya'nın müttefiki olan veya Alman panzerlerinin tanklarının gücünden korkan birçok devlet bu insanlık suçuna göz yummuştur.
Yeni kurulan düzende Avrupa alnına sürülen bu kara lekenin vermiş olduğu utançla da milliyetçi düşünceleri bünyesinden atmaya çalışmış ve farklı etnik yapıdaki kültürlerin bir arada yaşayabileceği bir modeli gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bunun sonucunda başlangıçta bir kaç devletin ekonomik işbirliği için kurduğu Avrupa Kömür Çelik Topluluğu daha sonrasında birçok Avrupa ülkesini kapsayacak ve birleşik bir Avrupa modeli ortaya çıkacaktı. Yani bugünkü adıyla ‘Avrupa Birliği’ kurulacaktı.
Farklı kültürlerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan bu çok kültürlü yapıda en büyük katkıyı Avrupa'ya çalışmak için giden işçiler verecekti. Ayrıca Avrupa'nın Amerikan desteğiyle giriştiği yeni kalkınma faaliyetleri ve sanayi hamlesinde ihtiyaç duyduğu insan gücünü vatanlarından göç edip buralara yerleşen işçiler sağlayacaktı. Bu işçiler sadece sanayide değil tarımda, hayvancılıkta ve daha başka sektörlerde de çalışacak böylelikle Avrupa'nın kalkınmasında ucuz iş gücü önemli bir yere sahip olacaktır. Gelin görün ki bu işin başlangıcında yapılan çok kültürlülük güzellemeleri daha sonradaki süreçte renk değiştirecek bir zamanlar demokratik ve çağdaş dünyanın rüyası olan çok kültürlülük bugünlere gelindiğinde tekrar etnik saldırılara sebebiyet verir duruma gelecekti.
Bugünlerde yine Avrupa'da radikal gruplar yükseliyor(PEGİDA gibi) ve Avrupa'nın kalkınma hamlesinde büyük emek vermiş göçmen Müslümanlar Avrupalı olmamak ve Avrupa'nın uygar yapısını bozmakla suçlanır duruma gelmiştir. Her ne kadar bu suçlamalar küçük radikal gruplar tarafından gerçekleşiyor gibi iyimser bir düşünceyi ortaya atsak da bazı devletlerin farklı etnik gruplara karşı son dönemdeki tutumları bu görüşümüzü büyük oranda hezeyana uğratmaktadır.
Örnekle Hollanda gibi çok kültürlü yapısıyla meşhur bir ülkede, etnik grupların anadillerinde eğitim uygulamasına uyumu güçleştiriyor diye son veriliyor. Yine aynı ülkede Türk vatandaşlara yönelik 30 yıldır her akşam kamu kanalı NPS'den yapılan 45 dakikalık yayın haftada 45 dakikaya indirilmiş ve buna sebep olarak, anadilde yapılan bu yayınların Türklerin topluma uyumuna engel olması gösterilmiştir.
Avrupa'nın son dönemlerde değişen bu tutumunda bazı Siyaset Bilimcilerin yaptığı tez çalışmalarının da katkısı bulunmaktadır. Özellikle Amerikalı Siyaset Bilimci Samuel Phillips Huntington'un ''Medeniyetler Çatışması'' tezi bu anlamda büyük önem arz ediyor. Huntington bu tezinde; ''Dünya'nın ekonomik ve ideolojik olarak değil, kültürel farklılıklar nedeniyle bölüneceğini, kültürlerin özünü de dinlerin ve alışkanlıkların oluşturduğunu'' anlatır. Yine Huntington'a göre; ''Küreselleşmeyle birlikte uygar olan ülkelerin uygarlık bilincini artırmasıyla, uygar olmayan ''ötekiyle'' karşılıklı bir nefret körüklemesi ortaya çıkmaktadır''. Yani bu teze göre; ''Uygar olan Avrupalı, küreselleşmenin etkisiyle iç içe yaşadığı uygar olmayan Asyalı, Ortadoğulu ve Afrikalı göçmene baktıkça kendisine daha yakın din ve kültür kardeşi olan başka bir Avrupalıyı tutuyor. Yani Uygarlık bilinci geliştikçe atalara dönüş başlıyor; insanlar Avrupalılaşıyor, Asyalılaşıyor, Hindulaşıyor.'' Huntington'un bu tezi ilk başlarda pek önemli görülmese de günümüzde ''Hristiyan Avrupa Birliğini'' savunup göçmenleri Avrupa Uygarlığı için tehlike olarak görenlere destek verir bir işlev görüyor.
Avrupa'daki radikal milliyetçiliğin yükselmesini Birleşik Avrupa misyonunun başarısızlığı olarak görenler içinse farklı bir Avrupa modeline ihtiyaç duyulduğu aşikârdır. Bu modelin çıkış noktasında örnek olarak gösterilen ülkeyse; çok kültürlü yapıyı başarıyla bir arada tutup bu yapıdan mükemmel bir sentez üreten İsviçre'den başkası değil.
KÜLTÜR ZENGİNLİĞİNDEN EKONOMİK REFAHA İSVİÇRE
Dünyanın çeşitli yerlerinde savaş ve çatışma sebebi olan çok kültürlülük. İsviçre için zenginliğin temel kaynağı durumunda. Farklı etnik grupların bir arada yaşamasına rağmen toplumda sağlanan barış, huzur ve özgürlük ortamı İsviçre'nin dünya para işlemlerinin merkezi ve turizm cenneti olmasını sağlamıştır. İsviçre'nin insana saygı duyan bu huzurlu yapısı ülkenin bir cazibe merkezi olmasını ve bu sayede ekonomik refahın en üst seviyelere çıkmasına büyük oranda yardım etmiştir.
4 Resmi dilin konuşulduğu İsviçre'de 1990 yılında yapılan son nüfus sayımında ülkenin %75'i Almanca, %20'si Fransızca, %4'ü İtalyanca ve %1'i Romanca konuşmaktadır. Aynı sayımda elde edilen verilere göre ülkenin: %46'sı Katolik, %40'ı Protestan, %3'ü Müslüman, %2'si Ortodoks ve geri kalanlarsa hiçbir dinden değildir.
Böylesine farklı kültürleri bir arada huzur ve barış içinde başarıyla tutmasında ülkenin tarihinden gelen siyasal ve kültürel karakterine yerleşmiş üç ana unsur bulunmaktadır. Bu üç ana unsur: 1-) Ülke tarihinden gelen Federal Yapı. 2-)Çok kültürlülüğün bir getirisi olarak Çok dillilik 3-)Olumlu Ayrımcılık.
Şimdiyse bu üç ana unsura teker teker göz gezdirelim...
İsviçre tarihi uzun yıllardan beri federal yönetime alışıktır. Yaklaşık 150 yıl önce İsviçre'de 26 kantonun büyük çoğunluğu bağımsızdır. ''Bund'' adı verilen birliği kurduklarındaysa kantonların özgürlüklerine sınırlama getirilmemiştir. Ancak ortak yönetimin etkin olması için merkezi idareye bazı yetki ve sorumluluklar devredilmiştir.
Başlarda merkezi idareye çok sınırlı yetkiler verilmiş sonrasındaysa yeni ve biraz daha kapsayıcı yetkiler ilave edilmiştir. Çok kültürlü yapı merkezi idareye tam anlamıyla yansıtılmıştır ve tüm kantonların idareye eşit şekilde etki edebilmesi sağlanmıştır. Buna bir örnek verecek olursak: İsviçre'de merkezi idareye verilecek her yetki devri anayasa değişikliği gerektirir. Yetki devri için gidilen anayasa değişikliği seçimlerinde yurttaşların ve kantonların çoğunluğunun oyları gerekir. İsviçre burada kantonlar arası eşitliği sağlama adına oylamalarda büyük-küçük kanton ayrımı yapmıyor, her kanton merkezi idareye yetki devri sırasında yapılan seçimlerde eşit tutuluyor ve merkezi idareye eşit tesir etme hakkına sahip oluyor. Yani Zürih; ''Biz 1.5 milyon nüfusumuzla, 33 bin kişilik Obwaldenle nasıl bir tutuluruz'' gibisinden bir çıkış yap(a)mıyor.
İsviçre Parlamentosu Ulusal Konsey ve Devletler Konseyi olarak iki kamaradan oluşuyor. Ulusal Konsey 200 üyeden oluşurken üyeler ülke nüfusuna oranla seçiliyor. Devletler konseyindeyse her kantondan iki temsilci seçiliyor. Her iki konseye de eşit yasama hakkı verilmekle birlikte yasalara her iki konseyde oylanıyor.
İsviçre'de kantonal mahkemeler ve federal mahkeme bulunuyor. Kantonal mahkemeler medeni ve ceza hukuku davalarına bakarken Federal mahkeme bir temyiz kurulu gibi işliyor. Kantonal mahkemeler büyük ölçüde kendi iç hukuk kurallarını uygularken neredeyse tek istisna kanton anayasalarının federal anayasa ve demokrasinin temel ilkeleriyle çatışmaması oluyor.
Ülkenin ekonomik ve siyasi refahının bir diğer ana unsuru olan çok dillilik ise ülkenin tüm karakterine yansımış ve kültürel bir zenginliğini oluşturuyor. Almanca, Fransızca, İtalyanca ve Romanca olmak üzere 4 resmi dili olan İsviçre'de dil özgürlüğü federal mahkemenin güvencesi altında. Yasalar yürürlüğe girmeden önce 4 dile çevrilmek zorundadır. Ayrıca Federal Hükümete bağlı kurumlara yapılan başvurularda vatandaşlar kendi anadilini serbestçe kullanırken, kurumların cevapları başvuru diliyle aynı olmak zorundadır. Resmi kurumlarda farklı dillerin kullanılması bir çift başlılık oluşturuyor mu bilemeyiz ama İsviçre'de yaşayan insanlardan duyduğumuz ve bizimde gözlemlediğimiz kadarıyla böyle bir sıkıntı pek oluşmuyor.
Biraz önce yukarıda kısaca bahsettiğim üç ana unsurun sonuncusu ise bana göre çok kültürlü yapıyı koruma adına uygulamada tutulması gereken en önemli unsur olan ''olumlu ayrımcılık''. Bu ilke bazı durumlarda azınlıkların aşırı temsili biçiminde uygulanıyor. Böylece azınlıklar siyasi çoğunluğun tahakkümüne karşı bizzat federal hükümet aracılığıyla korunmuş oluyor. Bir başka deyişle olumlu ayrımcılık; Azınlıkların, azınlık haklarına değil de eşit vatandaşlık haklarına kavuşturulması için onların temsil olanaklarının artırılması durumu.
İsviçre çok kültürlü, çok dilli, çoksesli bir yapının her zaman çatışma yaratmayacağına yeri geldiğinde gerçek bir barış ve huzurun toplumda tesis edilebileceğine güzel bir örnek, İsviçre modeli üstüne fazlasıyla çalışılması gereken bir model. Farklı kültürlerin bir arada yaşadığı ülkelerdeki huzur ve istikrar, ekonomi ve sermayenin tek başına ulaşamayacağı hayalî hedeflerdir. Toplumsal barış ve eşitliğin tam anlamıyla gerçekleşmediği ülkelerde ne ekonomik ne de siyasi istikrar bulunur.